Mustafa İslamoğlu'na İlmî Reddiyeler

21/04/2011

MUSTAFA İSLAMOĞLU kimdir?

* Mezhepleri ve mezhep imamlarını tenkit eden,

* Şefaati inkâr eden,

* Mehdi a.s.’ın inişini inkâr eden,

* Sahih hadisleri inkâr eden,

* Üç talağı bir sayan (İbni Teymiyenin fetvası),

* “Hayızlı kadın camiye girebilir” diyen ve “Giremez!” diyen Ehli Sünnet âlimlerine de “Yahudilere meyl etmiştir.” diyen,

* Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ömer, Hz. Aişe vâlidemize ve Hz. Muâviye (r.a.)’a hakaret eden şiileri konuk eden, onların hakaret vari sözlerini sessiz bir şekilde dinleyen ve konuşmalarına izin veren,

* Üç Muhammad diye bir kitap çıkarıp Efendimiz s.a.v.’in mucizelerini inkar eden ve “Sıradan bir peygamberdir.” diyen,

ve daha buna benzer akla zarar ne fetvaları olan bir şahsiyet!!!

Mustafa İslamoğlunun sapkınlıklarıyla ilgili bir örnek:

Mustafa İslamoğlu’nun kendi sitesindeki yazıyı aynen aktarıyorum:

SORU: Kabir azabı olduğuna inanmayan arkadaşım var. Kendisinin Kur’anı Kerim’i incelediğini ve kabirle ilgili bir bilgi bulamadığından inanmadığını söylüyor. Kesin delilleri nerede geçmektedir?

CEVAP: Kabir azabı, İslam ekolleri arasında temel bir tefrika konusu olmuştur. Savunanlar da reddedenler de Kur’an’dan bazı ayetleri delil getirmişler, fakat bu deliller doğrudan kabir azabının varlığına ya da yokluğuna delalet etmediği için iki tarafın tezi de temelsiz kalmıştır. Kabir azabı ancak hadislerle temellendirilebilir. Hadisler ise akaide konu olmazlar. Dolayısıyla kabir azabı iman veya inkarın konusu değildir.”

( Ölümden Sonrası ve Kabir Hayatı Hakkında Bilgi Edinmek İsteyen Buraya Tıklasın )

İbn-i Teymiyye Değerlendirmesi

Filed under: İbni Teymiyye — moskovazâde @ 2:34 am

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in İbn-i Teymiyye Değerlendirmesi

Şimdi bütün bu yolu kaybedişlerin, çamura saplanışların, her şeyi beş hasseden ibaret kuru akıl çerçevesine döküşlerin; ona da nasıl inandıkları ayrı bir mesele teşkil etmek üzere “Nas-Kur’ân hükmü” dışında hiç bir şey kabul etmeyişlerin ve Kur’ân’ı kuru akla göründüğü gibi ele alışların baş temsilcisi İbn-i Teymiyye’ye sıra geliyor.

Sekizinci Hicrî Asrın bu kuru kafası, kendisinden birkaç asır ilerideki Vehhabîliğe, ondan 1 asır sonra da Mısırlı Muhammed Abduh ve Efganlı Cemaleddin’e (Cemaleddin-i Efganî) uzaktan ve yakından ana zemini kurmuş ve İslâmı yıkılmak üzüre bir bina farzedip onu dışından payandalamak isteyen daha sonraki (reform)culara doğrudan doğruya veya dolayısiyle dayanak olmuştur.

Bir âlim, evet… Fakat… Kuru, hedefini şaşkın, sır âleminin vecde düşürücü müşahedesini kaybetmiş ve derinliğine hikmet ufuklarını karanlığa boğmuş bir ilim, hiçbir şey bilmemekten daha kötüdür. îbn-i Teymiyye bu ikinci sınıfın baş örneğidir; ve mesleği, kısaca, şeriati dış çehresiyle ele almak, onu uzunluğuna ve genişliğine ele alırken derinliğinden mahrum ederek hacimden uzaklaştırmak ve satıh haline getirmek ve bu yolda İslama bir nevi maddecilik ve kuru akılcılık getirmeye kalkışmış olmaktır. Yâni İbn-i Teymiyye, şeriati doğrulayıcı akla, onun gördüğünden-ötesini kabul etmemekle, farkında olmaksızın bir nevi selâhiyet ve hâkimiyet tanımış oluyor ki, akla böyle bir selâhiyet ve hakimiyet tanımak, hem aklı, hem imanı anlamamak ve dalâletin en dipsizine düşmek oluyor.

Eğer insan “ben Kur’an-ı aklımla tefsir ederim” dese de tefsiri Beyzavî Tefsirinin aynı olsa yine küfürdedir.

Aynı akılla Allah’ı inkâr edenler, ters tarafından İbn-i Teymiyye ile aynı daire içinde mahpusturlar. Bu bahis gayet girift ve uzundur ve İbn-i Teymiyye mektebinin bazı ihtilâtları, hattâ son zamanlarda yurdumuzda talebe kaydetmeye kadar giden sirayetleri ve kolayca yerleşme avantajı bakımından ne kadar üzerinde durulsa yeridir.

Akla bahşedilen öyle bir kolaylık ve ucuzluk ki, yarım akıllara İlâhî esrara karşı bir nevi horozlanma sevdasını veriyor, İlâhî esrarı çözülmüş şifre kâğıtları halinde sepete attırdığının farkında olmuyor; ve işte bu haliyle günümüzde İslâm Enstitülerine kadar sızmış ve bazı gruplar arasında modalaşmış bulunuyor.

Tasavvufu inkâr etmek, Resuller Resulünün ruhâniyet ve bâtınını tanımamaya varır ki, hem de sözde şeriatten yana görünmenin maskesi altında topyekûn ve en hain şekilde küfre ulaşır. Bu gibilerin (diyalektik) tekerlemeleri ise, (Sokrates)in buluşiyle, flüt çalana inanıp da flüte inanmamak derecesinde hayalî bir abes ve hamakat teşkil eder. Anlaşılmaza inanıyor da onun tecellilerindeki sırrîlik ve gizliliğe inanmıyor!!!

Koca İmam-ı Gazalî… Aklı akılla tükettikten sonra şöyle der:

“- Aklın hudut noktasına vardım ve gördüm ki, onunla erişmek boş hayâl… Peygamberin ruh feyzine yapışmaktan ibaret her şey… Öyle yaptım ve kurtuldum. Peygamberlik tavrı aklın ötesidir.”

Bunlarsa aklı tüketip ötesine geçenler değil, en iptidaî aklın tükettikleri…

Kocakarıların hayâl aynasındaki mevhum çizgilerle, Allah’ın esrar perdesindeki sonsuzluk nakışları ve tasavvufun sahtesiyle gerçeği arasında ayırd edici meleke, işte İbn-i Teymiyyede mevcut olmayan selim akıl ve mümîn kalbleri ışıldatıcı ilâhî nurdur. Nur yoksunu, o…

Necip Fazıl Kısakürek

20/04/2011

Mustafa İslamoğlu’nun Yanlış Kuran Tefsiri

Filed under: Uncategorized — moskovazâde @ 2:50 am
Tags: , , , , , , , ,

Mustafa İslamoğlunun Hazırlamış Olduğu Kuran Meâl’indeki Vahim Hataları

Çoğu Kişinin Büyük Âlim bilip (!) peşinden koştuğu Mustafa İslamoğlu, Hazırlamış olduğu Kur’an Mealinde, Arap dili belağat ve gramerini bilmediğini ortaya koymuştur!

İslamoğlunun Mealinde 3000’e yakın, linguistik (Dil Bilimi) ve gramatik yanlışı vardır!

1) M. İslamoğlu, eski kadim tefsirlerin “ takdir ” metodunu eleştiriyor. Kelimelerin takdiri gerekseydi, Allah onları lâfzen ifade ederdi, diyor. Böyle bir eleştiri ve yaklaşım, Arap dilini ve dünya edebiyatlarını bilmemektir. Çünkü sözün akıcılığı, vurgusu ve güzelliği için bu kural, bütün dünya edebiyatlarında, özellikle îcaz ve i’caza dayanan Arap dilinde makbul ve müstahsen bir yöntemdir.

Evet Kur’an Arap Dili ve Edebiyatı çerçevesinde inmiş, ilahi bir manadır. Yoksa cümleleri bağlamından koparıp, sloganlaştırmak için değildir.

Bununla beraber, M. İslamoğlu, 19. ayette “ Allah onların nurunu gideriverir ” âyetinde “ Allah onların ( göz ) nurunu giderir ” diye takdir yapmıştır. İşin ilginç yönü, bu takdirin yanlış olmasıdır. Ayetin doğru meali şöyledir: “ Münafıkların reisi, kendilerini aydınlatmak için bir ateş yakar. Ateş onun etrafını aydınlatır aydınlatmaz Allah anında münafıkların aydınlığını giderir; onları içinde asla bir şey görmeyecekleri karanlıklar içinde bırakır. ”

2) “ Takva ” vikaye ( korunma ) kökünden gelen mübalağa mastarıdır. Tek başına gelirse insanın kendisini ( kalbini, ruhunu ) günahlardan, kötülüklerden koruması demektir. Allah kelimesi ile kullanıldığında “ kendinizi Allah’ın azabından koruyun ” şeklinde muzaf takdir edilerek mana verilir. Çünkü Allah’ın kendisinden korunmanın bir manası olmaz. İslamoğlu Efendi, 3/80 –81’de ve 23/51–53’te bu kuralı kullanarak doğru meal vermiştir.

Burada ise, “ İttekullah ” gibi terkipleri “ Allah’a saygı duyun ” diye çeviriyor. Muhammed Esed’den ve İzutsu’dan esinlenerek… Halbuki onlar da bu takdir kaidesini atladıkları için; ve bazı yanlış çevirilerin “ Allah’tan korkun ” diye çevirmelerinden yanlış yola girmişlerdir. Haliyle Batılıların işte bakın “ İslam korku dinidir ” olan propagandalarından çekindikleri için… Hülasa saygı manasına gelen takva kelimesi değildir. “ Haşyet ” kelimesidir. Halbuki 2/23. âyette “ itteku naren ” ateşten sakının, diye doğru çevirmiştir.

3) 2/2. ayette geçen “ lareybe fih ” deyimi bir yüklem iken, sıfat olarak çevrilmiştir. Meal içinde gramere bağlı kalmadan, yuvarlatma tarzında bu gibi yüzlerce cümle var. Bu da Kur’an’daki mucizevî yapıya uygun değildir. Ve “ Gerekçeli Meal ” ismine de uygun değildir.

4) 2/3. âyeti “ O muttakiler ki… ” diye çevirmesi gerekirken “ O hidayete erenler ki; ” çevirmiş. Bu da hem âyetin gramerine, hem de manasına aykırıdır. Çünkü bu iki cümlede demek istenilen mana şudur:

“ Muttakiler gayba iman etmek, namazı doğru kılmak, infak etmek, yeni ve eski bütün vahiylere inanmakla, kendilerini korumuş olurlar. ”

Ayrıca İslamoğlu, “ takva hidayetin sebebidir ” diyor. Tam tersine âyet diyor ki, “ Bu Kur’an hidayettir (yol gösterir). ” Bunun sonucu olarak insanlar şu gibi güzel ameller yapmakla kendilerini korumuş olurlar.

5) 2. âyette “ ilahi ” kelimesini takdir etmek “ la reybe ” yüklemini sıfat yapmak birkaç yönden yanlıştır.

a) Çünkü muhatap bu kitabın ilahiliğini bilse zaten kuşku duymayacak.

b ) Takdirsiz ve gramere uygun olarak âyetin meal ve manası şudur: “ Bu bir kitaptır. ( Bilgi ve yasalardır) Onda kuşkuya asla yer yoktur. Çünkü, özünü koruyan binlerle muttakiye yol göstermiştir.” Yani eğer Kur’an’da bir çürüklük olsaydı bu kadar güzel meyveler vermezdi. “ Çünkü şüpheli ağaçlar ürün ve meyvelerinden tanınırlar. ”

c) İslamoğlu, madem takdir kuralına karşıdır, “ belağata aykırı olarak ” yüzlerce kelimeyi neden âyetlerin içine serpiştirmiştir.

d) İslamoğlu “ Burada kuşku Allah’a ” yöneliktir, diyor. Hâlbuki o günkü Medine’de bulunan insanlar Allah’a inanıyorlardı. Demek bu iddianın tarihi bir dayanağı yoktur.

6) İslamoğlu 3. Notta dediği gibi; eğer fıtri olan takva duygusu hidayete götürüyorsa, o zaman Kur’an’ın hidayet ve rehberliğine ne ihtiyaç kalır, gibi paradokslar ortaya çıkar.

7) İslamoğlu “ Gayb ” terimini idraki aşan gerçekler, diye çevirmiştir. Hâlbuki burada, ruhani, uhrevi, metafizik gerçekler kastediliyor. Ve dinde insanın akıl ve idrakini aşan konular yoktur.

8) 2/6. ayette “ iman etmezler ” deyimi, “ iman etmeyecekler ” olarak çevirirse daha isabetli olur. Çünkü “ la ” gelecek olumsuzluk edatıdır.

9) 2/8. âyette “ Onlar kesinlikle inanacak özellikte değiller. ” mealindeki cümleyi “ Onlar müminlerle değiller ” diye çevirmek ve “ ba ” harfine maiyet manasını vermek, belağat ve grameri hiç bilmemek gibi bir şeydir.

Nitekim ayetle ilgili notun sonunda, doğru tefsir yapmıştır. Bu da bir yanlış ve bir doğrunun birbiriyle çelişmesidir.

10) 9. âyetin meali şöyledir: “ Münafıklar Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışıyorlar. Fakat gerçekte ancak kendilerini aldatıyorlar. Ve kendi kuyularını kazdıklarının bilincinde değiller. ”

Burada İslamoğlu âyetin akıcılığına aykırı iki yanlış yapmıştır.

a) “ Allah’ın onların bu hilelerini ifşa edeceğinden farkında bile değiller ” diye çevirmiştir.

b ) “ Onlar farkında olmadan bu hileleri yapıyorlar ” gibi bir manayı hiç kimse vermemiş ki İslamoğlu böyle bir bahis açıyor, 5. Notta…

11) 12. ayetin doğru meali şöyle olmalı:

“ İyi bilinsin ki, onlar bozguncuların ta kendisidir. O kadar çok bozulmuşlar ki, bunun farkında bile olamayacaklar. ”

12) 13. âyette “ Sefihler ” kelimesi aklı hafif, az akıllı manasındadır. “ ahmaklar ” diye çevrilmesi tam isabetli değildir.

“ …gibi mi, inanıyoruz? ” şeklindeki meal ayetin ifadesine ve maksadına aykırıdır. Gerekçesi de yoktur. Münafıkların demek istediği şudur: “ Biz nasıl bu budalalar gibi inanalım? Biz zaten müminiz ” deyip Sahabelere taş atmaktır. Burada hata: “ fi’il–i muzarinin başına soru edatı gelince, geniş zaman manasını bırakıp sadece gelecek zaman manasına geldiğini bilmemektir. ”

13) 7. âyette “ Ve ” edatını “ İşte ” diye çevirmek; cümlede hasır edatı olmadığı halde, hasır (tekellik) manasını vermek; 13. âyette ilim kelimesini şuur ( farkındalık ) manasına çevirmek; 14. ayette inşa kipi olan “ Biz inanıyoruz ” kelimesini “ Biz inandık ” diye çevirmek;

Sh. 9’da “ Ela ” edatını Sahabeleri içine alacak şekilde “ muhatabın uyuyan ve uyuşan bilincini gösterir ” demek yanlıştır.

Çünkü burada uyarı edatının amacı, münafıkların pisliğini ve şeytanlıklarını dile getirmektir.

14) Sh. 9’da “ münafıkların şeytanları ” “ onların reisleri olabilir ”, demek eksik olur. Çünkü kesin mana zaten odur.

15) 14. âyette “ Biz onlarla sadece alay ediyorduk ” şeklinde geçmiş zaman kipi ile meal yanlıştır.

Çünkü, cümle–i ismiyedir. Ve geniş zaman ifade eder. İstihza gibi düşük seviyeli işlerin münafıkların her zaman temel karakteri olduğuna işarettir.

16. âyette “ Onlar doğru yolda olan kimseler değiller. ” şeklinde meal anlamsızdır. Doğrusu şöyle olmalı:

“ Münafıklar kârlı çıkarız, diye hidayete karşı sapıklığı satın aldılar. Ticaretleri kâr etmediği gibi, çıkış yolunu da bulamadılar. ” ( Hidayet yol bulma manasına gelir. )

16) Sh. 9’da 12. Notun bir anlamı yok. Çünkü, bu gibi benzetmeler ( ticari terminoloji ), zaten Arap dilinin doğal yapısıdır. Kur’an sadece bu gibi deyimleri daha beliğ bir şekilde kullanmıştır. Çünkü Kur’an’ın ilk muhataplarının çoğu tüccar idi.

Ayrıca Kur’an için “ dini olan ve dini olmayan alan ” gibi bir ayrım da söz konusu değildir.

Ticaret ve ticaret terminolojisi 7000 yıldır var. Dolayısıyla “ Bunu bu asrın idrakine söylemenin” manasını anlayamadım.

17) 17. âyetteki “naren” kelimesini “ meşale ” diye çevirmek de yanlıştır. Çünkü âyet, münafıkları “ çölde karanlıklar içinde kalıp etrafını aydınlatmak isteyen, bunun için ateş yakan şaşkınlara benzetiyor. ”

Ayrıca ateş, onların nifak ateşine de bakar. Dolayısıyla meşale, diye çevirmek yanlıştır.

18) “ Onlar ( hakikate ) dönemezler ” diye çevirmek de yanlıştır. Çünkü âyet, “ onların çıkış yollarını bulabilecek, geri dönecek imkânlarının da kalmadığını ” söylüyor.

Sh. 10’da 2. Nottaki bilgi yanlıştır. Âyetle alakası yoktur. Yani münafıkların tutuşturmak istediği ateş ( vahiy ve Kur’an ) değildir. Onların Kur’an’a karşı üretmek istediği yanlış fitne ve çareler ateşidir.

19) 23. ayette iki cümle yanlış çevrilmiştir. Doğrusu şöyledir:

“ Eğer bu şüpheniz, bir gerçeğe dayalı ise; Kur’an’ın bir suresinin benzerini getiriniz. Ve Allah’ın dışında şuheda ( merci, güvenli destek ve şahitler olarak kabul ettiğiniz ) güçleri de yardıma çağırın!. ”

* Âyette “ sıdk ” doğruya, gerçeğe dayanmak demektir. Sadık kişiye de bu ismin verilmesi yalana dayanmayıp, konuşmalarının gerçeğe uymasından dolayıdır.

* Şuhedayı da “ Allah dışındaki tanıdıklar ” olarak çevirmek gevşek ve mantıksız bir tercüme olur.

20) Sh. 11’de 5. Nottaki hadis yanlış çevrilmiştir. ( Aslına bakılsın! )

8. Nottaki endad’ı “ rakipler ” olarak; “ tec’alu ” kelimesini de tasarlamak olarak çevirmek de yanlıştır. Çünkü “ endad ” ( Allah gibi tapılan ve kabul edilen ) putlar demektir. Müfredatın deyimine göre “ nidd ” Kur’an’da benzerlik manasına binaen kullanılmıştır. Allah’ın benzeri olmayacağına göre, burada benzerlik tapma yönü demek olur. Ki, Kur’an’da geçen bütün yerlerde bu tapma manası var. Zaten âyetin başı “ ibadet edin ” diye gelmiştir. Evet, Allah’ın düşmanı olur. Ama Allah’ın rakibi olmaz.

“ Ca’l ” ise edinmek, yani put edinmek demektir. Tasarlama diye çevrilse, bu manayı vermez.

21) 25. âyette “ iman eden ve iman özelliğiyle tanınanlar ” manasındaki bir edebi deyimi ( ki, bu “ellezine ” edatının tam ifadesidir ) “ imana ulaşanlar ” diye çevirmek; “ imana ulaşıp da inanmayan nice kimseler var” olabileceğinden dolayı gevşek ve yetersiz bir çeviri olur.

22) Sh. 12’deki “ Amel–i Salih ” ile ilgili bilgiler bütünüyle yanlıştır. Çünkü:

Kur’an bu deyimi mutlak bırakmıştır. Ki, dine uygun yararlı bütün işleri kapsasın. Dolayısıyla Kur’an’ın her yerinde bütün yararlı işleri içerir. Ayrıca; Kur’an, nûzûl sürecine göre hiçbir ifadeyi ve temel kavramı değişik kullanmamıştır. Kur’an terminolojisinde evrimsel bir boyut yok. Yani, amel–i salih, ( yararlı işler ) küfür, günah, ifsad gibi ne kadar kötü eylem varsa onlara karşı olan eylemlerdir. Dolayısıyla ilimcilik oynayıp bu kelimeyi değişik nüanslara ayırmak ilmi olmaz.

Maalesef İslamoğlu, bu gibi zannî bilgileri mealin içine çokça idhal etmiştir. Mesela “ yararlı işleri ” ( imanla uyumlu iyilikler ) diye çevirmenin mantığını anlamış değilim.

Bu âyette “ her seferinde birbirine benzer fakat değişik olarak o rızık onlara sunulur ” mealindeki cümleyi “ Oysaki bu, o nimetlerin çağrıştırdığı belli belirsiz bir benzerlik ” şeklinde çevirip, Dücane Cündioğlu’nun deyimiyle anlamsız bir anlam vermek, cümlenin öznesini ve yüklemini göstermemek, acaba hangi gerçeğe dayanıyor, diye sormak gerekir…

23) 26. âyette “ haya etmeyi ” kaçınmak diye çevirmek yanlıştır. “ İman edenler, bu gibi misal vermenin hak olduğunu, kendilerini terbiye eden Rablerinin rububiyeti gereği olduğunu bilirler ” mealindeki evrensel bir bilgiyi “ iman edenler bilirler ki gerçek, Rableri katındandır ” diye, gramere ( zamiri atlayıp iki yüklemli cümleyi bir yükleme indirgemek şeklinde ) aykırı olarak âyeti manasız bir slogan yapmak, bence Müslümanlara büyük bir hakarettir.

“ Men yeşau ” tabiri Kur’anî bir kalıptır. Genellikle “ Allah istediğini saptırır, istediğini de hidayete erdirir ” şeklinde çevrilir. Fakat bu deyimin geçtiği yerlerde veya bir önce veya bir sonraki âyetlerde “ İnsanlar fısk veya doğru tercihte bulunduktan sonra, Allah, düzenli ve yasal meşietiyle onları ya saptırır veya hidayete erdirir ” bu âyette “ Allah fasıklardan ( yasal yaşamayanlardan ) başkasını saptırmaz, ” cümlesinde olduğu gibi, bir gerekçeye değinir. Bu gerekçeye dayanarak yasal ve haklı olarak ilahi meşiet vurgulanır. Bu yasal işler için determinizm olmasın, diye meşiet kelimesi seçiliyor.

Demek Kur’an’ın bütünlüğünü görmeyenler, meşiet ( yeşau ) kelimesinin “ yasal ilahi icraat ” manasına geldiğini bilmeyenler, ukalalık yapıp burada özneyi “ Allah’tan ” kişiye veriyorlar. Veya Mustafa İslamoğlu gibi bu fiil, çift öznelidir, diye bir çıkış arıyorlar. Halbuki bir fiilin çift özneli olması, 2×2’nin 6 etmesi gibi bir saçmalık olur.

Ayrıca burada öznenin kesin olarak Allah’a raci olduğunu gösteren 20’den fazla âyet vardır. Fihristten “ yeşau ” maddesine bakınız.

24) 28. âyette “ cansızken ” sıfatını; “ öldüren ”, “ dirilten ” fiillerini yanlış çevirmiştir. Fiiller gelecek zaman kipleridir, geçmiş zaman olarak çevrilmemeli! Son cümleyi de “ sonra Ona döneceksiniz ” diye çevirmek, hem gramere, hem üsluba daha uygun olur.

25) 29. âyetin meali ve ilgili notu çok güzeldir. Fakat “ Ve ” edatını “ nihayet ” diye çevirmek yanlıştır. Burada atıf illet manası içindir. Yani:

“ Allah yeri göğü her şeyi sizin için yaratmıştır. ( Bu yaratma ona zor gelmez. ) Çünkü O her şeyi bilendir. ” ( Yani bilgi, işi kolaylaştırır. )

26) 30. âyette “ bozgunculuk çıkaracak, kan dökecek ” gelecek zaman kipi iken fiilleri, “ fesad çıkaran, kan döken ” diye geçmiş zaman fiilleri olarak çevirmek yanlıştır.

İslamoğlu bu âyetle ilgili 2. Notta Rağıptan “ melek ” kelimesinin “ milak ” kelimesinden türediğini naklediyor. Halbuki Rağıpta böyle bir ifade yok. Ayrıca İslamoğlu, Rağıptan “ Her meleğin melaike olduğunu, fakat her melaikenin melek olmadığını ” özetle naklediyor. Haliyle Rağıptaki diğer ifadeler olmayınca bu cümle bir bilmece gibi kalıyor. Rağıbın izahına göre manası şudur:

“ Melek bir şeyi yönetmekle görevli olan ruhani varlıktır. Dolayısıyla her melek melaikedir. Fakat melaike daha çok ibadet ve zikir ve tesbih yapan ruhani varlıklar demektir. Onların maddi âlemden bir şeyleri yönetmesi gerekmez. Dolayısıyla her melaike melek değildir. ”

İslamoğlunun, temel kaynaklardan yaptığı alıntılarının çoğu kısa ve anlaşılmayacak niteliktedir. Mesela: Taha 15. âyetin notunda “ uhfiha ” kelimesinin zıt manalı olabileceğini söylüyor. Ve yanlış telaffuz ile okuyor; “ Ehfiyeha ” diye yazmıştır.

Halbuki zıt manalı deyince “ nerede ise ben kıyameti gizleyeceğim ” mealindeki âyeti “ nerede ise kıyameti gerçekleştirip açıklayacağım… ” şeklinde meal vermeliydi. Zaten doğru mana da bu ikincisidir. Çünkü kıyamet zaten gizlidir. İslamoğlu bu âyetteki “ ekâdu ” fiili için nakıs değil de “ tam ” olduğunu söylüyor. Halbuki bu gibi nakıs fiiller, haber aldıktan sonra “ tam ” fiil olma ihtimalleri kalmaz. Ki burada “ ekâdu uhfiha ” şeklinde haber almıştır.

27) 3. Nottaki “ Halife ” meful olarak bir başkasına vekâlet veren, deyimi manasızdır. Doğrusu “ başka birinin yerine halife yapılan ” olmalı. ( Müncide bakın. )

28) İslamoğlunun “ Âdem ” ile bütün insanlık kast edilmiş, diye izahı çok isabetlidir. Fakat bu bilgi yanında üç şeyi eksik bırakmıştır.

A) Halife ( Allah’ın yeryüzündeki vekili ) eril bir kelimedir. M. İkbal, Ali Şeriatı, Bediüzzaman gibi düşünürler, burada Âdem insanlığın, ruhani, ilmi, kültürel yönünü temsil eder. Ve ancak insan tür olarak Allah’ın yeryüzündeki icraatını yerine getiren bir halife olabilir, diyorlar. Bu manasıyla çoğulu Hulefa gelir. Dişil olma yönü de vardır. Bu yönüyle beraber çoğulu “ Halaif ” tir. “ Allah siz yeni nesilleri ( erkeğiyle kadınıyla ) geçmiş nesillerin halaifi yaptı ” mealindeki âyette olduğu gibi.

B ) “ Halk ” kelimesi etimolojik olarak şekillendirme demektir. “ Ca’l ” ise daha çok soyut eylemler için kullanılır. İşte buna göre, yaradılış ile ilgili deyimler eğer, biçimsel biyolojik yöne bakıyorsa “ Halaka ” fiili kullanılıyor. ( 7/11’e bakınız. ) Burada ( 2/30 ) iş, soyut bir eylem olduğundan, ( insan türünün yeryüzündeki hilafeti kastedildiğinden ) Ceale fiili kullanılmıştır. “ Ben bir halife edineceğim ” denmiştir. Dolayısıyla İslamoğlunun 4. notu faydalı bir bilgi vermiyor.

C) Madem İslamoğlu Âdemden maksat insan türüdür, diyor. Az da olsa bu biyolojik ve sosyolojik süreci anlatması ve gerekçelerini göstermesi gerekirdi. Fakat maalesef Sh. 16–18’deki notların çoğu birbiriyle çelişiyor. Kur’an ise çelişkilerden münezzehtir.

29) Âyet 32’deki “ Sen tek otoritesin! ” şeklindeki çeviri, Allah’ın kutsiyetini, sonsuzluğunu ifade etmiyor. Hocamız bu manalar için “ bu kelimeyi seçtim ” dese de mana öyle değildir. Âyet 33’teki secde, hizmet, itaat ve saygı manasındadır. “ Emre hazır olmak ” şeklinde çevirmek bu manaları vermez. Âyet 34’te aynı cümle içinde “ olmuştular ” ve “ oldu ” kelimeleri zaman açısından uyumlu değiller. Ayrıca “ olmuştular ” gibi mış–miş’li fiiller Kur’an’a ve ilahi hitaba yakışmaz.

Âyet 36’da “ yerleşme, karar kılma ” manasına gelen kelimeyi “geçici bir hayat alanı” olarak ve “ belli bir süre yaşamak ” manasına gelen kelimeyi de “ tadımlık bir haz ” diye çevirmek, sorumluca ve kelimelerin hakkını veren bir çeviri değildir.

30) İslamoğlu her halde Kur’an’ın çoğu yerde eşyanın bilinçli yapısına işareten “ akıllar ” için kullanılan “ hüm ” zamirini yanlışlıkla eşyaya değil de “ Esmaya ” yönlendirmiş; birçok ihtimalli manayı vererek işi kapalı bırakmıştır.

Evet, her şey bilinçli bir dosyadır. Eşyanın ( insan dilindeki kelimeler olarak ) isimleri ise, içlerindeki yazılım ve bilince göre verilmiş birer nişandırlar. Esma demek, Arapça kelimeler demek değildir. Allah’ın sonsuz varlığının eşyalar ve varlıklar olarak yansımasıdır. Yani her şey Allah’ın ismidir.

“ Hüm ” zamiri meleklere de raci olabilir. Çünkü melekler, eşyanın dayanağı olan bilinci temsil ediyorlar.

31) “ Âdemin algıladığı kelimeler ” ( 2/37 ) deyimi de; insanoğlunun doğal, sosyal ve dini olarak edindiği yasalar demektir. İnsanoğlu bu yasalarla yeryüzünde yaşam imkânını bulup eksiklerini kapatabilmiştir. “ Allah İbrahim’i kelimelerle ( yasalarla ) imtihan etti. O da onları tamamladı ( uyguladı ) ” âyetinde ve “ kelimetullahi hiyel–ulya ” âyetinde kelime, yasa ve şeriat manasına gelir. İşte dil, tarih ve realiteye uygun olan bu izahı, Sh. 15–16’daki 24–25. notlarla karşılaştırın, farkı ve eksikliği görürsünüz.

İslamoğlu birçok şeyi ihtimaller karanlığında bırakmakla, yani bir yandan evrimi ve Âdemin insan türünü temsil ettiğini söylüyor, öbür yandan “ Allah ilk insana dilleri öğretti. İlk insan, ilk peygamber Âdemdir ( Sh. 18, 25. Not ) ” gibi ifadelerle akılları karıştırıyor. Halbuki Kur’an’ın bir ismi “ Kitabun Munir ” dir. ( Aydınlatıcı kitap )

32) İslamoğlu, 38. âyetteki “ Bu cennet ortamından hepiniz inin dedik. Kesin olarak benden size bir rehberlik ( hidayet) gelecektir. ” mealindeki iki cümleyi “ Emrettik: oradan hep birlikte çıkıp inin! Fakat benden bir rehberliğin size ulaşması şarttır. ” şeklinde çevirmiştir.

Burada “ imma ”, “ ma ” edatını almış, muhakkak manasına gelen “ in ” den ibarettir. Şart edatı da olsa, Hocanın dediği gibi cevabı olmayan bir şart değildir. O zaman şöyle meal verilir: “ Benden size bir rehberlik gelince; kim ona uyarsa onlara ne korku vardır, ne de üzülürler. ”

33) Sh. 20 Not 3’te “ Huld ” kelimesi dünyaya ilişkin geldiği üç yerde “ inkâr, vehim ve red ” için kullanılır, diyor. Galiba demek istediği “ Huld ” ( ebedilik ) kavramı dünya hayatı ile ilgili kullanıldığında daima olumsuz manasıyla kullanılmıştır. Çünkü dünyada ebedilik yoktur.

İslamoğlu bazen bir âyetin bir veçhini, bir masadakını ele alıp mananın tümü olarak gösteriyor. Mesela:

Fatiha suresinde “ Mağdub ” kelimesinin manası Yahudilerdir. “ Dallin ” de Hıristiyanlardır, diyor. Halbuki böyle bir genelleme ehl–i kitapla ilgili yüz âyete aykırıdır. Bir kısım kadim müfessirlerin böyle bir tercihi ise, Yahudilerin fazlaca esbapperest olduğundan ve Hıristiyanların İsa’nın tabiatının anlaşılmasında boğulduklarından dolayıdır.

Nitekim B. Said Nursi, 30. Söz’de bu âyetteki “ mağdup ” lardan maksat, esbaba tapanlarlardır. “ dallin ” den maksat, tabiat ve madde içinde boğulanlardır, diyor.

İşte, İslamoğlu Müslümanların bu asırda materyalizme, paraya, dünya hayatına bağlanıp, ilahi gazap içinde kaybolduklarını dile getireceğine, onları uyaracağına, bundan maksat benim “ Yahudileşme Temayülü ” adlı kitabımda anlattıklarımdır, diye işi materyalize edip dünyevileştiriyor.

Sanmayın Fatiha suresinin mealinde sadece bu gibi yöntem yanlışlığı vardır. 20–30 tane daha tercüme ve notlandırma yanlışlığı, orada da var.

Bu son dönemde Ali Ünal Beyefendi de bir meal yazdı. Ortaçağın Ortodoks anlayışına uydurup cemaati dağılmaktan kurtarmak için 3000 âyeti tahrif etmiştir.

Daha önce modernite dinine girmiş olan Batılıları tatmin etmek için M. Esed de bu şekilde binden fazla âyeti tahrif etmiştir. Mustafa İslamoğlu, bu iki zat gibi Kur’an’ın metnini hepten göz ardı etmemiştir. Fakat yine de 3000’e yakın, linguistik ve gramatik yanlış içeriyor. Ayrıca okuyucuya sağlıklı bir yorum hakkı vermiyor. ( Bakara 102’ye bakınız. ) İnş döner tashih eder.

Numune olarak biz bu kadarıyla yetinelim.

11/04/2011

Ehl-i Sünnet Akîdesi

Filed under: Ehli Sünnet Akîdesi — moskovazâde @ 6:26 pm

Ehli sünnet ve’l cemaat (Radıyallahü anhüm ecmain) Hazeratının i’tikadları budur ki:
Allah Teala Hazretleri birdir, kadimdir, araz,cisim, cevher, musavver, mahdud ve ma’dud değildir.
Kadim, bizim tabirimizle evveli olmayan ve ahiri bulunmayan bir zat-i acell-i a’ladır.
Mahiyet ve keyfiyetle de vasf olunamaz.
Bir mekana muhtaç değildir.
Üzerine zaman geçmez.
O’na hiçbir şey benzemez.
İlminden ve kudretinden hiçbir şey çıkmaz ve kaçmaz.
O’nun zatıyla kaim sıfat- ı ezeliyyesi vardır.
Sıfatları O’nun ne zatının aynı ve ne de gayrıdır. Mesela, aynaya baktığın zaman kendini aynada görürsün. O aynada gördüğün bir bakımdan tıpkı sen, ben değilim desen olmaz, benim desen olmaz. Onun için de ne aynıdır ve ne de gayrıdır demişler. O sıfatlarda şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, semi, basar, kelam, tekvin.
Allah Teala’yı görmek aklen de naklen de caizdir.
Kainat, alem cemi-i eczasıyla ve sıfatıyla muhdestir, yani yoktan vücuda çıkarılmıştır.
Onu yoktan çıkarıp meydana getiren Allah Teala’dır. Kullarının bütün fiilleri, küfür, iman, taat ve isyan cümlesinin halıkı Allah Teala’dır.
Allah’tan gayrı Halık yoktur.
O fiillerin kullardan suduru, yani oluşu Hak Teala Hazretlerinin iradesi, meş’iyyeti, hükmü, kazası ve takdiri iledir.
Kulların işlerinde kendi ihtiyarları da vardır, onlar ile sevap ve ıkab olunurlar.
Taatta sevap, Ma’siyette de ikab vardır. Güzel işler işleyenleri iyi kimseler medhederler, ahirette de sevaba nail olurlar, bunlara Cenab-ı hakk’ın rızası vardır.
Fena ve kötü şeyler ki ehli dünya da onu sevmez. Ahirette ikaba sebep olanlar da Hakk’ın rızasıyla değillerdir.
Kul , gücü yetmediği bir şeyle teklif olunmaz.
Sevap, Cenab-ı Hakk’ın fazlıdır, azabı da adaleti icabıdır.
Maktül eceliyle ölmüştür. Yani vurdular da öyle öldü demek değil de eceli gelmiş, o bıçak veya kurşun sebep olmuştur.
Ecel birdir.
Haram dahi rızıktır.
Herkes kendi rızkını yer, gerek helal olsun gerek haram olsun.
Kimse kimsenin rızkını yemeye kadir değildir.
Allah Teala, dalalet ve hidayetini halk edendir.
Dilediğine dalalet ve dilediğine de hidayet halk eder.
Kula aslah olanı halk etmek, Allah Teala’ya vacib değildir.
Hz. Resulullah(s.a.v.) ‘in yakaza halinde şahsıyla Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksa’ya, oradan semaya ve oradan da Hakk Teala’nın murad ettiği yere urucu haktır.
Melekül mevt haktır.
Kabirde, bütün kafirlerin ve bazı günahkarlar mü’minlerin azabı haktır.
İbadet ve taat ehlinin nimetlere nail olması da haktır.
Münkereyn meleklerinin kabirde sualleri de haktır.
Kıyamet günü dirilme haktır.
Amellerin tartılması haktır.
Kitap haktır, hesap da haktır.
Havz-ı kevser haktır.
Sırat köprüsü de haktır.
Peygamberlerin, velilerin, şehidlerin şefaatı da haktır.
Cennet ve cehennem de haktır ve el’an muvcutturlar, bakidirler.
Ne cennet, cehennem ve ne de içindekilere fana, yokluk gelmez.
Büyük ve küçük günahlar her ne kadar çok olsa dahi mü’mini imandan çıkarmaz ve küfre de sokmaz.
Cenab-ı Hakk, kendine yapılan şirki afvetmez.
Şirkten maada, büyük ve küçük günahlardan dilediğini mağfiret eder.
Küçük günahlara ikab caizdir. Büyük günahların da afvı caizdir, tövbe etmese dahi.
İman, peygamberimizin Allah tarafından haber verdiği her şeyi kalbiyle tasdik ve lisanıyla da söylemesidir.
Ameller, hakikat-ı imana dahil değillerdir.
Ameller, kendi nefislerinde ziyade olurlar. Fakat, hakikat-ı iman ne ziyade olur ne de eksilir.
Amellerin ziyadesiyle imanın meyveleri ve nurları artar.
Her mü’min: Ben Hakka müminim demelidir. İnşallah ben mü’minim demek te’vil ile olsa dahi doğru değildir. Şek ile olursa, ittifakla, söyleyen dinden çıkar.
İman tasdik ve ikrar olduğuna nazaran mahluktur ve kulun kesbidir, kazancıdır ve Haktan hidayet olduğuna göre de mahluk değildir.
Mukallidin imanı şek ve şübheden ari olursa sahihtir ve lakin kadir ise, delilleri terk ettiğinden asidir.
Bazı kere sa’id, saadete erişen kişi şaki, yani cehennem ehli olur ve bazen de şaki, yani cehennemlik bir kişi de sa’id ani ehl-i cennet olur. Yani, Müslüman iken kafir olur veya kafir iken Müslüman olur. Fakat, Allah’ın hükmünde değişiklik olmaz, gerek zatında ve gerek sıfatında tağyir caiz değildir.
Peygamber gönderilmesinde ve kitab-ı İlahinin inzalinda (inişinde) hikmet ve maslahat vardır.
Hak Teala, kullarına beşerden peygamber gönderdi. İman ve ehl-i taatı cennetle tebşir ve ehl-i küfürle asileri de cehennem ve ikabla tenzir etti. Nasa (insanlara da) din ve dünyalarında muhtac oldukları şeyleri öğrettiler. Onları mu’cizelerle te’yid eyledi.
İlk peygamber Adem aleyhisselam, son peygamber de bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) dir. Bütün peygamberlerin efdali Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) dir.
Melekler de Hz. Allah’ın kullarıdır. Ve emirlerini amillerdir ve masiyetten ma’sumdurlar. Erkeklik ve dişilikleri yoktur, yemek ve içmeye muhtaç değillerdir.
Peygamberler meleklerin rasullerinden, meleklerin rasulleri ise beşerin Salihlerinden, beşerin salihleri ise bütün meleklerden efdaldir.
Keramet haktır ve ol keramet, şeriatında olduğu peygamberlerin mucizesinde dahildir. Veli kerametinde müstakil değildir.
Veli, peygamberlik derecesine vasıl olamaz.
Kuldan, hiçbir hal ile teklif sakıt olamaz.
Efdal-i Evliya Ebu Bekir (r.a.) dır. Ondan sonra Ömer el Faruk, ondan sonra Osman Zü’n-nureyn, ondan sonra da Aliyyü’l Murtaza (r.aleyhüm) hazeratıdır. Hilafet de bu tertib üzeredir.
Sahabeden hiçbirini hayırdan gayrı bir şeyle yad etmek caiz değildir.
Hilafet otuz yıldır. Ondan sonra melik ve emirliktir.
Ehl-i İslam’a bir imam mutlaka lazımdır, Müslümanları hem korumak ve hem de işlerinin layıkıyla görülmesi, cum’a ve bayram namazlarının sıhhati için gerektir.
Fasıkın arkasında namaz kılmak caizdir. Fasıkın cenazesine de namaz kılmak caizdir.
Her zaman mest üzerine meshetmek caizdir.
Dirilerin ölülere duası ve sadakaların ölülere faydası vardır.
Zamanların ve mekanların faziletleri haktır. Ramazan ayı, recep, şaban, muharrem, arefe günü, bayram günleri, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i Şerif ve mescidler gibi.
İlim, akıldan efdaldir. Müşriklerin çocukları hakkında imamımız sükut etmiştir.
Sihir vakidir.
Göz değmesi de caizdir.
Müctehid bazen isabet eder bazen hata eder.
İctihadında isabet ederse iki sevap alır., hataları da afvolunur.
Kur’an-ı Kerim’deki nassların mümkün olduğu kadar zahirine hamdolunması vacibdir.
Ümmetten hiçbirisine cennetle şehadet etmeyiz. Yalnız Rasulullah’ın (s.a.v.) şehadet ettikleri aşere-i Mübeşşere müstesna. Onlar da şunlardır: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d, Said, Abdurrahman b, Avf, Ebu Ubeyde b. El- Cerrah rıdvanullahi Teala aleyhim ecmain.
Deccalin çıkması haktır.
İsa (a.s.)’ın semadan nüzulü haktır.
Dabbetü’-arz’ın hurucu haktır.
Kahine, müneccime, arrafa gidip bir şey sormak caiz değildir. Fal bakıcılar da buna dahildir.
Bunların söylediklerine inanmak da caiz değildir.
Cemaat hak ve sevaptır, rahmettir. Ayrılık azabdır.
Allah Teala indinde makbul din İslam dinidir.

http://www.sapitanlar.com

16/12/2010

Mezhepsiz Efganiyi Taklid Eden Mustafa İslamoğlu

MUSTAFA İSLAMOĞLU : O’da Efgani mezhebsizini savunanlardan.[1] Türkiye’deki mezhepsiz reformcuları kaynak alarak kitaplar yazanların içinde kalemi güçlü bir isim. Hiç değilse İmamlar ve Sultanlar kitabında, imam-ı Azam (rh.a) efendimizi Ebu Hanife’den hariç “Azam” lakabı ile anabilmiş, Allah rahmet eylesin, şehid imamdır diyebilmiştir.Tabi burada maksadı tağuta karşı kendine malzeme olarak İmam-ı Azam efendimizi seçmek değilse !

Bu cümlelerinin onu Muhammed Abduh, İbn Hazm, İbn Teymiyye, M.Abdulvehhab, Mevdudi..vs. gibi isimlerin ve rafizi vehhabi etkilerinden kurtarmaya bir sebep olmasını dilerim. Zira kitaplarında kaynak olarak ele aldığı isimlerden bazılara bunlar ! Bu isimlerin ne korkunç itikad hırsızları olduğunu benim gibi ilimsiz biri tesbit edebildiğine göre, kendisinin bunları bilmemesi düşünülemez !Geriye bir tek ihtimal kalıyor : Bu isimlerin çağırdığı itikadı-Allah korusun- benimsiyor olmak !

Bahsi geçen kitabında (sh: 178) İmam-ı Yusuf (rh.a.) gibi bir müctehidi yargılaması haddini bilmezlik olsa gerek.Bu mübarek imamı yargılamaktan geri durmayan birinin, mezhepsiz olduğu bilinen Mevdudi’yi de aynı sayfada İmam Yusuf’a nispet edercesine övmesi enteresandır.

Bir başka kitabında çok talihsiz cümleleri var. Sevgili Peygamberimizin gözlerinin, mübarek ağız biçiminin, inci dişlerinin güzelliğini, sesinin gür çıktığını, yani peygamberi mucizeden olmak üzere, seslerinin çok uzaklardakilerin dahi duyabildiğini, boylarının herkesten yüksek göründüğünü, tenlerinin misk-i amber gibi koktuğunu, bir çocuğu sevse o çocuğun başında mübarek ellerinden yayılan kokunun günlerce ayrılmadığını çeşitli muteber ehl-i sünnet kitaplarında okumuşsunuzdur.

İslamoğlu’da tüm bunları epey malumatla mezkur kitabında naklettikten sonra bakın ne diyor : Rabbimiz Hz.Peygamberi örnek olarak gösterdiği halde, nedense klasik ulema ille de onu efsaneleştirmek için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır… Verilmek istenen insan tipi taklid edebilecekleri bir nebi değil de kendisine sadece hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler…Elbette efsaneler örnek alınsın diye değil, sadece insanlara ” onlar kim, biz kim! ” dedirtmek ve hayret ıslıkları çaldırmak için oluşturulur…Geçmişte bu tavır niçin takınıldı, bilemem.Lakin çağın mantığı da buna çok benziyor. Kutsa ve müzeye kaldır.. Onun örnekliği iki ayaklı Kur’an oluşundan gelir.Onunla ilgili söylenenler gerçek de olabilir..(!) [2]

nedense klasik ulema.. İmam-ı Suyuti,İmam Müslim, İmam Buhari, İmam Taberani, İmam-ı Kastalani, İbn-i Cerir M.Taberi (RA) gibi mübarek ve mutemet isimler mi klasik ulema ? Yani eski bakışlı, dar ufuklu klasik ulema demek istiyor. Efendimiz aleyhisselatü vesselamın hayatlarını cephe cephe gözlemlemiş, yıllarca hizmetlerinde bulunup O’nu (SAV) aşkla yeterince anlatamamış olmanın sıkıntısını çekmiş sahabe mi klasik ? Zira senin klasik dediğin ulemalar bu sahabe zincirinden gelen anlatımla bize o şanlı Peygamberi anlattılar.Yine bu dini biz -Allah razı olsun- onlardan öğrendik.

Siz çağdaş ulema olmaya özendiniz ve mezhep tanımazları akıl hocası bildiniz ! Çağdaş Hamidullah alçağı, Peygamber düztabandı, tükrüğünden başka mucizesi yoktu dememiş miydi.? Kitabında nakillerde bulunduğun M.Abdulvehhab “benim elimdeki bastonumun bana faydası var, Muhammedin (SAV) faydası yok dememiş miydi ? “Kişi sevdiğiyle beraberdir” onu efsaneleştirmek için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır… İlk nur ve son Peygamber.Allah (CC)’ın “habibi” sevgilisi..Buna rağmen sen, Allah Resulünün bizlerden farklı yanının olacağını, diğer insanlardan üstün vasıflara haiz olacağını kabul etmiyor musun? Kaba bir maddeci bakışla dinin tebliğ eden elçiydi hepsi o kadar mı ? Tebliğ ettiklerine bakın, tebliğciye bakmayın diyorsan, Al-i İmran suresi: 31′i muteber ehl-i sünnet tefsirlerinden oku. Biraz da Mesnevi’yi okuyalım ki, maddi gözümüz kapansın, manevi aşk gözümüz açılsın.

Sahabe-i Kiram hazaretı Efendimiz (SAV) mübarek sakal-ı şeriflerini tarasa, saçlarından kesseler, teller toprağa değmeden kapışıyorlardı.Hiçbiri senin gibi tebliğ ettiğine bakın, Peygamberin şahsından size ne demediler.Peygamberimizin birileri tarafından efsaneleştirilmeye, büyütülmeye hiç ihtiyacı yoktu.O (SAV) zaten en büyük ve en üstün İNSAN idi.

Yoksa “Bu övgüler övene nispetledir.Yoksa bu övüş sana bir kınamadır, bir hicivdir.” yani Ey Resul seni kendimizce, bilgimizce övdüğümüzü sanırız, kendi vasıflarını bilen, senin katında ise bunlar ne eksik şeylerdir.[3]

Verilmek istenen insan tipi… hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler…, haşa yani Peygamber böyle değildi de, böyle hayali bir insan aktarıldı. Aşkınlaştırılmış, abartılmış demeye getiriyor.Prens Bismark bile “Sana layık bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim Ya Mu…. derken, bizim yerliler saf İslam diye diye, Yüce dinimizde mana mefhumu adına, mucize adına hiçbir şey bırakmadılar.

M.Hamdi Yazır -rahmetüllahi aleyh- efendi, Al-i İmran : 33. Ayetini tefsir ederken, peygamberlikteki özellik ve üstünlükleri şöyle açıklar : “ Peygamberler, gerek cismani kuvvetlerde, gerekse ruhani kuvvetlerde başkalarına benzemezler. Dış ve iç duyguları gibi idrak güçleri, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları; hafıza ve zeka gibi zihinsel güçleri, akli ve ruhi güçleri, yalnızca derece bakımından değil, nitelik bakımından da diğer insanlardan farklı bir mükemmelliğe ve varılabilecek en yüksek düzeye sahiptir. Mesela uzakları görmekle kalmazlar, arkadan ve perde gerisinden de görebilirler. Başkalarının işitmediğini işitir, duyamadığını duyar, tadamadığını tadarlar. Şifa-i Şerif’tede genişçe açıklandığı gibi Peygamber -sallahü aleyhi vesellem- Efendimizin cismani ve ruhani kuvvet melekeleri ne kadar yüksekti.”[4] diyen alimlere mi, yoksa bütün bu alimleri ve ittifakla naklettiklerini hiçe sayan reformcu çağdaş naylon müctehid taslaklarını mı dikkate almalıyız. Vallahi yakınlarıma hep şunu söylüyorum: Y.Nuri gibileri seyredeceğinize, açık-saçık bir film seyretmeniz daha evladır..Zira ilki itikadını bozup, dinden eder, ikincisi de çirkin olmakla beraber yalnızca günahkar eder! Durum bu kadar vahimdir. Peygamber varisi gerçek alim mürşid-i kamil zatlarda bu varisliklerinden ve peygamber veresesinden nasiplerini alırlar.Öyleyse günümüzde bile peygamber varisi evliyaya dikkat!

” onlar kim biz kim! ” dedirtmek ve hayret ıslıkları çaldırmak için oluşturulur…Yani Peygamberden insani yapı olarak, aslında hiçbir farklı yanımız yok demeye getiriyor.Hani şu onlar adamsa bizde adamız meşhur söylemleri gibi!..Onun örnekliği iki ayaklı Kur’an oluşundan gelir. Şu bedbah tanıma bakın! Kainatın Fahrini -sallahü aleyhi vesellemi- nasıl kaba bir tanımlamaya, tozuna kurban olacağımız mübarek varlıklarını bu şekide dillerine dolayabiliyorlar.Oysa ehl-i sünnet ve cemaat önderleri Ol Rasulü taşımak şerefindeki binitlerine dahi (katır) demeyip, ester dediler, binitlerinin bile Allahresulünce verilmiş isimleri vardı.Kaba softaların kaba dili o Allahın boyası ile boyanmış aynaya zaten iz düşürmez!

Onunla ilgili söylenenler gerçek de olabilir..(!)Önce mübarek önderimizi (SAV) küçültücü izah et, şüphe tohumlarını ek, sonra da onunla ilgili söylenenler gerçek olabilir de. İlmine mağrur şeytan kıssasını bir anlayabilseydik ! Bir Müslüman için gerçek olabilir, diye bir düşünve olamaz. Şüphe yok.O (sav) şüphesiz Elmalılı tefsirinde (yukarıda) verdiğimiz gibiydi, hatta daha da üstte,-haşa- Allah demeyecek kadar muazzez ve muhteşemdi.

Verilmek istenen insan tipi… hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler.. Şimdi bu cümleyi bir daha ele alalım. İslamoğlunun başka bir cümlesini buraya taşıyalım : “ Tek kişilik bir ordu, tek kişilik bir ümmettir, göklerin kendine dar geldiği kartaldır.” Peh peh peh..! İslamoğlu bu hayranlık uyandıracak, aşkınlaştırılmış kelimeleri başka bir yerde kullandığını unutmuşa benzer. Biz kendisine hatırlatalım. Yukarıdaki bu cümleleri Kafir, mason Cemaleddin Efgani için kullanmıştır. [5] Allah Resulüne -sallahü aleyhi vesellem- çok gördüğü meth-ü sena içeren cümleleri bir mason için kullanmaktan çekinmemiştir!

Çağdaş yazarlar, siz; peygamberlik sanatlardan bir sanattır diyen, mezhepsiz ve mason birini göklerin kendine dar geldiği bir kartal olarak anarken, fena yakayı ele verdiniz. Kişi sevdiği ile beraberdir. Biz Hazreti Peygamberi, arkadaşlarını, aşıklarını övmeye devam edeceğiz. Siz de masonları övün. Er yarın Hak divanında belli olacak !

Tarikat meselesinde, batıl tarikatleri asli tasavvufa örnek göstermesi ve hak tarikatlerden misaller getirmemesi (sh: 100), kelam ilmini faraziye olarak nitelemesi, (sh:45 ); Hz.Osman (RA) efendimize yapılan iftiraları ayrıntılı gözler önüne güya tarafsız ve savunmadan vermesi (!) (sh: 38-39 dip notları ); aşere-i mübeşşere’nin sayısı, İmanın ve İslam’ın şartının kaç oluşuna kadar, herşeyi yeniden tesbit etme ve geçmiş ehl-i sünnet müctehidlerini, alimlerini yetersiz gösterme eğilimleri gibi hiç de üzerine vazife olmayan ihtilaflardan, yeni ihtilafları doğurmuş !

“Ehl-i sünnet içi tekfir yarışmasına Hanbeliler de Eş’ariyi tekfir edip, kanının helal olduğu yollu fetvalar vererek katılırlar.”(sh: 43 ) Hak mezhebleri birbirine garazlı gösterme gayreti bir kere daha karşımıza çıkıyor. Hanbeliler dediği, hanbeli mezhebinin bulunduğu bölgede, Teymiyye yandaşı vehhabilerdir. Vehhabilerin ise ehl-i sünnetin kanını, malını, ırzını helal addettikleri bilinen birşey. (Yusuf Nebhani hazretleri bunu eserlerinde açıkça belirtir.) İslamoğlu’nun çağdaşı Karaman’da bir televizyon konuşmasında Arabistanın vehhabilerini Hanbeliler olarak tanıtmıştı !!

Bu kitabı da satır satır ele alsak, yazacak çok şeyimiz olurdu elbet. Lakin bu memleketimizin ehl-i sünnet alimlerinin, hocalarının (erbabının ) yapmak zorunda oldukları bir iş. Eskiden icazetli ulema, ilmi yayınları titizlikle takip edip, gerekli gördükleri zaman tenkid yazıları yazarak; ümmete duyururlardı.

Günümüzde heva kitapları, her türlü kontrolden uzak, boş meydanda at oynatmaktadır. Hiç kimse rahatını bozmak istemiyor. Ahmed Davudoğlu ve Necip Fazıl merhumdan sonra bu vadide bir M.Şevket Eygi, Ebubekir Sifil hoca kaldı. Bir de son zamanlarda cesurca; bu gibi insanların üzerine Furkan dergisinde giden Muhterem Sadeddin Ustaosmanoğlu vardı. Şer’i konularda hassas kalemlere ne kadar çok ihtiyacımız var !

[1] Furkan Dergisi, sayı: 26. yıl : 1997

[2] M.İslamoğlu, İman Risalesi sh: 281 vd.

[3] Mesnevi, Gölpınarlı c.VI, sh: 89,

[4] M.Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, II/1090 vd.

[5] M.İslamoğlu, “Anadolu”, Denge yay. C.2, sh: 152,285,298,299,300,303

Alıntıdır.

16/10/2010

“Üç Muhammed” Yazarının İndirgemeci Peygamber Tasavvuru (!)

Filed under: Hz Peygamberin Üstünlüğünü Reddetmesi — moskovazâde @ 5:30 am

“Üç Muhammed” Yazarının İndirgemeci Peygamber Tasavvuru (!)

 

Bu makalede, Mustafa İslamoğlunun;

Hz. Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem anlamaya yardımcı olmak yerine, zihin karıştırıcı bir işlev görmesi,

Bir takım çevrelerin dini ve mukaddesatı yaşanılır olmaktan çıkartma gayretlerine yardımcı olmak, kişiyi, toplumu ve dini sekülerleştirme teşebbüslerine katkıda bulunmak anlamına gelen anlayışı,

Sadece mevzu değil zayıf hatta sahih hadislerin rivayetinden de pek hazzetmediği gibi bir zehaba sebebiyet veriyor olması,

“kader” ve “sorumluluk” ile ilgili vahim bir yanlış yapması,

Miraç cismani ve bedeni değildir ve rüyetullah (Allah’ı görme) söz konusu değildir İnancı,

Ve genel olarak Yazarın indirgemeci yaklaşımı Tenkit edilmektedir…

Üçlü Tasnif ve Denge

İslamoğlu, yer yer iktibaslar yaptığı Aytunç Altındal’ın “Üç İsa” 1 adlı eserinde olduğu gibi, üçlü bir sınıflandırma yaparak hem anlamak hem de anlatmak için çok müsait bir zemin kullanıyor.

Zira ifrat ve tefritin, eksi ve artının, indirgeme ve aşırı yüceltmenin kesiştiği noktalar gerek fizik gerekse sosyal alemde çoğunlukla iyiyi, güzeli, doğruyu yansıtmaktadır. Bu, genellikle hatt-ı vasat, itidal, orta yol, muvazene olarak isimlendirilen müstakim hat’tır. Dolayısıyla aşırı yüceltme ve indirgemenin arası, fıtraten doğruya yakındır. Mefhum-u muhalifiyle orta yolun her iki yöndeki uçları da yanlışa çıkar.

Gayet tabiidir ki, doğru bir din; ne Hıristiyanların peygamberi (Hz. İsa’yı) aşırı yücelterek Tanrı kabul etmesiyle ne de Yahudilerin peygamberi aşağılaması veya tarihte olduğu gibi öldürmesiyle olur. Bu yüzdendir ki, itidal ve muvazene hadislerle teşvik edilmiş, Kur’an’da ise “vasat ümmet,” (Bakara, 2/143) ümmet-i Muhammedin olumlu bir vasfı olarak zikredilmiştir. 2

İfrat, tefrit ve dengeden müteşekkil bir üçlü tasnif, en pratik hatta en ideal bir sınıflandırmadır denebilir. 3

Fakat iki aşırı ucun arasındaki pek çok nokta denge iddiasında olabilir ama bunun en doğrusunu tespit zordur. Mesela, İslam; Hıristiyanlık ve Musevilik arasında dengeli ve doğru bir noktadadır; ama Ehl-i sünnet de İslam’ın muvazene noktasındadır.

Ehl-i Sünnet içindeki birçok mezhep, tarikat ve cemaatten bazıları daha merkezde, bazıları ise sınırdadır. Merkezdeki bir grubun bir mensubu diğer mensuplara göre daha idealdir, bu denklemler sürüp gider…

Şimdi kitaba dönersek; müellif, indirgemeci peygamber tasavvuruna daha yakın duruyor.

Denilebilir ki, yazar indirgemeci ve yüceltici anlayışları değil, Kur’an’ın anlayışını savunduğuna göre bu nasıl söylenebilir? Bunun örneklerini aşağıda vereceğiz; fakat, şunu şimdiden belirtelim ki; hem aşırı yücelticiler hem de indirgemeciler de Kur’an’a dayandıklarını söylüyor ve ayetler zikredip bunu somutlaştırmaya çalışıyorlar. Yazarın uzun uzun anlattığı Kur’aniyyun (ehl-i Kur’an) akımı tabi ki, Kur’an’a dayandığı iddiasındadır. Zira “Kur’an sadece Kur’an”, İslamoğlu’na göre onların temel sloganıdır. Unutmamalıdır ki meslekler mezhepler ne kadar batıl da olsalar içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur.4 Burada başka bir gerçek de şudur ki, Kur’an’ı anlamada en büyük rehberimiz yine Resulullahtır (s.a.v.). (more…)

Sonraki Sayfa »

WordPress.com'da Blog Oluşturun.